Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 34,1625 | 34,2241 | |
EURO | 37,3730 | 37,4403 | |
Her dönem olduğu gibi şimdilerde de tüm coğrafyaların olağanüstü şartlardan geçtiğini vurgulayarak konumuza girmiş olalım. Haliyle her dönem yaşanılan kendine has olağanüstü şartlar, köylerden kentlere kadar her yere sirayet ediyor. Allah hayırlı kapılar açsın diyeceğiz ama hayırlı kapıların da ancak hak edene açılacağını yine vahyi referansla bilmekteyiz.
Toplumdan bireye iç muhasebemizi yaptığımızda ve hak edip etmediğimizi samimiyetle ortaya koyduğumuzda, o vakit hayırlara ulaşacağız inşallah.
Bu tespitten yola çıkarak şöyle bir çıkarım yapmak isabetli olacaktır zannedersem. Olumsuz şeyler yaşıyorsak ve her ne musibet geliyorsa başımıza, samimiyetle kendimizi sorgulamıyor olmamızdan geliyor maalesef.
Bu durumun ana sebeplerinden birinin ve en önemlisinin, “KABİLE” mantığının, geçmişten bugüne, toplumsal ilişkilerden bireye kadar tüm yaşantımızda hâlâ hâkim olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Kabile mantığı nedir derseniz! Şöyle ki;
Kabile Anlayışı
Bu ölçüyü kurumlardan tutun da birebir ilişkilere kadar genişletip daraltabilir ve tersten de işletebilirsiniz.
Daha geniş alırsak bu formülü;
Bu zihniyeti, bizim vakıf, dernek, cemaat, yapı, kurum, kuruluş, parti, belediye, iktidar vs. üzerinden de okuduğunuzda yine aynı sıkıntılı durumu görürsünüz. Yukarıda saydığımız her bir yapı, çoğunlukla kendi zihniyetinin çıkarı doğrultusunda hareket ettiği için, bu dünyada hiçbir vakit huzur ve sükûnet hâkim olamıyor maalesef. Yine aynı mantık, akrabalar arası ilişkilerden, aile içi dengelere kadar etkisini gösterdiği için her yerde kavga ve kaosa neden olmaktadır.
Görüldüğü gibi, yabancıya karşı hep bir “birliktelik” söz konusu… Doğrusunu isterseniz sorun birliktelik oluşturulmasında değil. Bu zaten doğal bir sürecin neticesinde olması gereken Sosyal ve Toplumsal durumlardır. Bunun özelikle altını çizmek istiyorum. Asıl sorun, bu birlikteliğin ADALET, HAK, HAKKANİYET ve insanlığın iyiliği için kullanılmıyor olmasındadır. Oluşturulan bazı birliktelikler, KİN, NEFRET, ÇIKAR İLİŞKİSİ, ÖTEKİNİ DIŞLAMA, HOR ve HAKİR GÖRME, insanı ve hayatı tümüyle ÇÜRÜTME ve bütün bunların sonucunda da yaşamı İFSAD etme üzerine kurgulanmıştır.
Enteresan olan ise, “Ben” merkezli başlayıp yol boyunca genişleyen bu oluşumun, belli bir zaman sonra tersine işleyerek yine en son kardeş kardeşe ve en nihayet ana-baba ile çocuklar arasında vuku bulan bir husumetle daralıyor olmasıdır. Yani kendimizden başlayıp yukarı doğru giden kabile mantığını geriye doğru işlettiğimizde, kardeşe karşı önceliği kendimize veriyor ve daha da ileri giderek anne-babaya karşı bile kendimizi tercih eder hale geliyoruz.
Bu durum anne-babalar için de geçerli. Bazı Anne babalar da çocuklar arasında tercih yaparken, yine çoğunlukla çıkar ilişkileri çerçevesinde kabile mantığıyla hareket edebiliyorlar. Çocuklar arasında taraflı hareket edip, adaleti sağlayamadıklarından dolayı, kardeşler arasında kavgaya da sebebiyet vermektedirler.
Ne için peki?
Sonunda terk edip gideceği mal-mülk ve kişisel hırslar için elbette…
Kimse (çoğunluk) kâmil manada bir adalet, hak ve hakkaniyet derdinde değil. Birçok insan kişisel hırsları ve elde etmek istediği mal-mülk, makam-mevki yüzünden etrafındakileri harcıyor. Herkesi harcayarak çıkılan bu yolda süreç, en sonunda yine en yakınlar birbirini harcayarak devam ediyor. Bu kısır döngü, “ben” merkezli oluşturulan sorunlu zihniyet doğrultusunda, insanın kendi kendini tüketmesiyle son buluyor.
Bu durumun bize öğrettiği en önemli ders; insana Allah'tan başka daha yakın kimsenin olmadığıdır. Ki sonuçta yine O'na döneceğiz!
"Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız." Kaf/16
"Onlar başlarına bir musibet isabet ettiği zaman: «Biz Allah için varız ve sonunda O´na döneceğiz.» derler." Bakara/156
Kaldı ki kıyamet günü, ne evlat kalacak ne de ana-baba… Daha ötesi, azaptan kurtulmak için birbirlerini feda etmeyi dahi isteyecekler.
“O korkunç sayha duyulduğunda, O gün kişi kaçar, kardeşinden... Anasından ve babasından… Eşinden/sahibinden ve oğullarından… Ki o gün onların her birinin derdi/uğraşısı başından aşmıştır!" Abese/33-37
Mesaj gayet açık değil mi?
Bu cahiliye yaklaşımını tam olarak kavrayınca, kendi yaşantımızda da fark edince ancak İslam'ın ne muhteşem bir hayat biçimi sunduğunu idrak edebiliyoruz. HAKİKİ anlamda yakın olanın sadece Allah olduğunu anlıyor ve vahyin ortaya koyduğu yaşam biçimine sahip olan insanların gerçekten kardeş olduklarının farkına varıyoruz.
Lakin bu âlâ kardeşlik biçiminin hayat bulması için, İslam’a girmenin de yeterli olmadığını da görüyoruz.
“Bedeviler "İman ettik" dediler. De ki: "Henüz iman etmiş sayılmazsınız, lakin ’teslim olduk’ diyebilirsiniz, zira iman kalplerinize girmiş değil. Ama eğer Allah ve Rasulü’ne uyarsanız, Allah amellerinizin zerresini eksiltmez: çünkü Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir merhamet kaynağıdır." Hucurat/14
Bu ayetin hemen öncesindeki ayet, bize kabile konusunda bir yön tayin etmekte ve yüksek bir şuur kazandırarak vahyin ışığında yeni bir tasavvur inşa etmektedir.
“Ey insanlık! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz; derken sizi kısım kısım kabileler haline getirdik ki maruf (liteǎārafū) üzerine hemhal olup tanışabilesiniz. Elbet Allah indinde en keremliniz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” Hucurat/13
Bu ayette geçen ve meallerde “tanışmak” olarak çevrilen “liteǎārafū” kavramı, irfan sahibi insanların ortaya koyduğu marufları/iyilikleri vurgulamaktadır. O sebeple kısım kısım kabilelere ayrılmış insanların marufta yani iyi olan, insanlık için hayır olacak işlerde birleşmeleri Rabbimizin bir muradıdır. Ayetin “Ey insanlar!” diye başlaması, meselenin genel insanlık sorunu olduğunun da açık bir göstergesi niteliğindedir. Tüm insanlığı ilgilendiren bu sorunun çözümü ise yine vahiy ışığında Müminler tarafından ortaya konulacak şahitlik/muazzam örneklik sayesinde olacağı da bir hakikattir.
Aslında Hucurat Suresi başlı başına bireysel ve toplumsal ilişkileri düzenleyen, meseleye dair ana ilkeleri belirleyen bir özelliğe sahiptir. Zira mesele o kadar hassas ki, Rabbimiz, çürütücü ve yok edici kabile mantığının ortadan kaldırılmasını, yerine tüm insanlığa rahmet olacak bir kardeşlik hukukunun yeşermesini murad ediyor. Bunu da yine “mü’min” vasfına haiz olanların gerçekleştirebileceğini söylüyor! Üstelik bu mesajı, toplumsal ve kişisel ilişkilerin düzenlendiği bir surede veriyor.
"Ancak ve sadece mümin vasfına haiz olanlar kardeşlik inşa edebilirler. O halde, kardeşlerinizin arasını bulun/ISLAH edin ve Allah´a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O´nun rahmetine nail olasınız." Hucurat/10
Ayette geçen kilit kavramlar: Kardeşlik, ıslah, takva/sorumluluk, rahmet ve mihenk taşı olarak İMAN…
Yukarıdaki anlam bütünlüğünden de anlaşılacağı üzere, Mü’minlik çerçevesinde oluşacak kardeşliğin ne kadar âlâ/özel bir durum oluşturduğu aşikâr. Öyle ki; Rabbimiz bizlerden, iman ettiğimiz takdirde, iki insanın arasında gerçekleşecek olan kardeşlik hukukunun temelinde eminliği, emanet şuurunu, selameti, huzuru, güveni, sadakati ve daha da önemlisi her işimizde ve yaklaşımımızda ıslahı gözetmemizi murad ettiği anlaşılıyor.
Kaldı ki bu vasfa sahip olan insanlar, muhatapları Müslüman olmasalar dahi, duruşlarından ve vasıflarından taviz vermezlerse, her girdikleri ortamı ıslah edip yeşertir ve muhatabına da her halükarda rahmet kaynağı olabilirler.
Kur’an’da geçen “iman” kavramının tamamı ‘fiil’ olarak gelir.
Söylemleriyle işlerinin orantılı olduğu, mü’min vasfıyla donanmış, ismiyle müsemma olan abide-i şahsiyetler birlikteliği.
Bu birlikteliğe yine Kur’an’dan yola çıkarak bir misallendirme daha yapabiliriz.
"Gerçekte ÂLÂ İYİLİK, ERDEM, (birr) yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir. Gerçek iyilik ve erdem sahibi, Allah´a, Ahiret Günü´ne, melekler, vahye ve Nebilere inanan, sevgi beslediği servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabaya, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları her türlü esaretten, zorunluluktan, baskıdan kurtarmaya harcayandır. Salât’ı ikame eden ve arındırıcı yükümlülüğünü ifa eden kişidir. Söz verdiklerinde sözünü tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah´a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar." Bakara/177
Kur’an’da ifade edilen “birr/ebrar” kavramı, yukarıdaki ayette anlamını oldukça geniş şekilde bulmakta ve adeta bizim dikkatini çekmek istediğimiz, ıslah üzere inşa edilen birlikteliğin tarifi yapılmaktadır. Bu temel üzerine kurulan, aile, akraba, soy, din, insaniyette kardeşlik, köy, kent ve ülke kardeşliği, her zaman model olabilecek bir örneklikte oluşacaktır. Zira ayette, sevgi beslenilen servetin -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabaya, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları her türlü esaretten, zorunluluktan, baskıdan kurtarmak için verilmesinden bahsedilmektedir. Oysa kabile mantığına sahip insanlar, yukarıdaki ayetin tam tersi olarak, mal-mülk-servet edinmede çıkarcı, kayırmacı ve iltimas geçici davranarak adaletsizlik yapmaktadırlar.
Dolayısıyla mevcut gelinen süreçte, gerek insanlar arası, gerekse toplumsal ilişkiler, yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız âlâ ilkeler doğrultusunda oluşan birliktelikten ziyade, kabile mantığına duçar olmuş vaziyettedir. Bu durum aileden akraba ilişkilerine, arkadaş çevresinden, vakıf, kurum, yapı ve iktidar-muhalefet ilişkilerine kadar böyledir.
Buna mukabil, kabile mantığının olduğu yerde bedevilik de kaçınılmaz olacaktır.
Meselenin bir de ganimet yönü vardır ki, bu noktada ortaya çıkan zaaflar herkesin malumu. Bu minvalde, kabile mantığının insanların ganimet anlayışını da etkilediğini görüyoruz.
Kabile mantığını ıslah çerçevesinde düzenlemeden, ganimet anlayışımızı ölçülendirmemiz mümkün olamayacaktır. Çünkü kabile mantığı bizleri, en üst kurumlardan, akraba ve aile ilişkilerine kadar ganimet konusunda, çıkarcı, kayırmacı ve yozlaştırıcı bir mal-mülk edinmeye, bunun bir yansıması olarak da adaletsiz paylaşıma sevk etmektedir.
Öyle ki, gerek kurumlardaki bazı insanların edindikleri haksız kazançlar, yer edinmeler veya iltimaslar, gerekse akraba ve aile içinde yaşanan miras kavgalarının tümü, sahip olunan ve nefsin hegemonyasından kurtulamayan “Kabile Mantığı”ndan kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak; öncelikle bireyselden toplumsala, aileden akrabaya, vakıflardan cemaatlere, muhalefetten iktidara kadar tüm ilişki biçimlerimizde kabile mantığından kurtulmanın yolunu bulmalıyız ki yeni bir medeniyet inşa ederek dünyaya örnek bir model ortaya koyabilelim.
Etrafımızda ahrete onca göçüp giden yakınımız varken, üç günlük dünyada, diğerinden biraz daha rahat yaşamak için olmadık yollara başvuruyoruz. Oysa dolambaçlı yollara girmeden de rahat yaşayabiliriz. Bir parça toprak için kırk takla atıyoruz; son taklayla da iki metre çukurda buluyoruz kendimizi!
Geçmişten bugüne yaşanan bütün sıkıntıların çoğunlukla bu bozuk mantıktan kaynaklandığı aşikâr gibi… Bu mantıktan uzak olan insanlarla ancak uzun bir yol yürüyebileceğimizi düşünüyorum. Bu mantıktan kurtulan insanlar ancak, her alanda emanete ehil olmak için çaba sarf edebilirler. Çünkü bu insanlar, hayatta yaptığı her işte, tavır, tutum ve davranışta insanlığın hayrından başka bir amaç gözetmeyeceklerdir. Geleceği de yine bu insanlar inşa edebilecektir.
Gençlerimize bu şuuru vermeli ve onların bulundukları her ortamda, kabile ayrımı gözetmeksizin iyilik üzere yarışan nesiller olarak varlık göstermelerini sağlamalıyız.
Yakınlık konusunda, bizim kabile, köy, akraba, dernek, vakıf, cemaat, parti, yapı vs. gözetmekten ziyade, hak ve adalet doğrultusunda oluşan bir kardeşliği, birlikteliği her alanda ve her yönüyle inşa etmek zorundayız.
En nihayet bu yaklaşımın aksine bir durumda, bizleri kötü sonuçların beklediğini bilelim.
Zira hayat böyle…